Sunday, September 27, 2009

Me in You

I see you building the castle with one hand
while tearing down another with the other

Sunday, September 20, 2009

İnsan Neyle Yaşar?

11. İstanbul Bienalinin konusunu düşündüm bugün.

Ben için cevap çok basit: umut.

Herhangi birşey için olabilir bu.

Daha iyi bir iş, güzel bir tatil, sevdiğin birinin iyileşmesi, sevgilinle geçireceğin güzel anlar ya da tekrar bir araya gelme umudu... Daha güzel bir gün umudu.

Eğer umutsuzsanız ne yapabilirsiniz ki?

Friday, September 11, 2009

kiss me like you like me...

Sunday, September 6, 2009

I luv Florence Welch!

Lowlands'de izleme fırsatı bulduğum bu kız, Florence and the Machine grubuyla Mercury ödüllerine aday. Sesi süper, sahne performansı büyüleyici... Onu iyi takip edin!


Florence and the Machine - Rabbit Heart (Raise It Up) from sinner on Vimeo.

Rock En Seine


Geçen seneki Hollanda festivalleri çıkarmamdan sonra aslında bu sene Türkiye’de fazla kişinin de ilgi göstermediği bir Fransa festivali olan Rock En Seine’e gitmeye karar verdim. Peki neden Rock en Seine? Glastonbury, Bennicasim, Woodstock dururken Fransa’da festival mi olurmuş demeyin!


Aslında hikaye tamamen Oasis takıntımdan dolayı başladı. Ocak ayında Düsseldorf’a Oasis’i izlemeye gitmiştim;ancak Liam hastalandığı için konser ertelenmişti. O gün konserin ertelenmesinden sonra başıma gelen traji komik olaylar zinciri de işin cabasıydı. Böylece Oasis’i izlemenin yollarını aradım. Onların myspace’ine bakarken ilk defa Rock En Seine’in adını duydum ve websitelerine girdim. 2003 yılından beri düzenlenen bu festival Paris’in hemen dışında, Sen nehrinin hemen dibinde yer alıyordu ve bu seneye kadar festival P.J.Harvey, Pixies, Queens of the Stone Age, Arcade Fire, Franz Ferdinand, Foo Fighters, Robert Plant, Morrissey, Kasabian, Radiohead, R.E.M, Björk, Feist gibi birçok inanılmaz isme yer verdi. Zaten festivalin yer verdiği isimleri görünce bu festivali kaçırmamalı demiştim. Ayrıca geçen sene Amy Winehouse’u bile book eden; ancak tahmin edebildiğiniz üzere Amy’nin iptal ettiği konserler arasındaydı Rock En Seine.


Geçtiğimiz sene 3 gün süren festivalde yaklaşık 60.000 seyirci festivale katılmış. Rock en Seine bu sene ise Oasis, MGMT, Klaxons, Yeah Yeah Yeahs, Metric, Vampire Weekend, Faith No More, The Prodigy gibi büyük isimleri ağırlıyor. Ben ise festivale katılacağım için deli gibi heyecanlıydım.


Lowlands sonrası Paris’e geldikten 2 gün sonra festival başladı. Line-up’ı Lowlands’den çok da farklı olmadığı için sadece ilk günene katıldığım festival kesinlikle bundan önce katıldığım festivallerden farklıydı. Bu kez snob Fransızların yanında ingilizce konuşarak hayatta kalmaya çalışıyordum. Bir de tabii Oasis’in son konseri olan V festivalini yine Liam yüzünden iptal ettiğini duyunca ister istemez hafif bir gerginlik hissetmeye başladım. 2. bir iptal olursa herhalde Liam’ı linç ederim diye düşünmeye başlamıştım Paris yolunda...


Festival alanı St.Cloud adında bir parkta yapılıyor. Oraya gidebilmek için uzun bir metro yolculuğuna katlanmanız lazım. Bu arada metro’dayken festivalin ilginç reklamları gözüme çarpıyor. Burada Bloc Party, Oasis gibi festivale katılacak grupların şarkı sözlerini yazmışlar. Metro’dan indiğim zaman Sen nehrinin üzerinden bir köprüden geçip festival alanına giriş yapıyorum. Reset adına badge’imi alıyorum, hiç aranmadan backstage’in oradan içeri giriyorum. Festival alanını keşfediyorum; Converse, Heineken ve SFR alanı işgal etmiş durumda. Alandaki 3 sahneyi keşfediyorum. Alan yerdeki sararmış çim/ot ve ağaçlardan oluşuyor. Ana sahnedeki ilk act Just Jack...Şarkılarına aşina olduğum ama kendilerini pek tanımadığım bir grup. Yine de eğlenceli bir başlangıç oluyor benim için. Ardından diğer sahne de catchy pop şarkılarıyla bilinen Keane’e göz atmaya gidiyorum. İyi ses, iyi performansıyla çok da seveni olmasam da kendini dinletmeyi başarıyor. Bu arada 2. ve 3. sahneler alanda birbirlerine çok yakın olduğu için birinde konser bitmeden diğeri başlayamıyor..Başlarsa da 5 dakikalık bir gürültü cümbüşü oluyor. Keane’den sonra festivalin en çok merak ettiğim isimlerinden biri olan Yeah Yeah Yeahs için yerimi kapıyorum. Solist .... Juliette Lewis tarzı ilginç kıyafetleriyle karşımıza çıkıyor. ... ile konsere başlıyor ve sırasıyla yeni albümünden tüm şarkıları söyleyerek eskilere doğru geçiş yapıyor. Çok eğlenceliler! Yeah yeah yeahs konserinin bitimiyle karşı sahnede Passion Pit başlıyor. Önceden çok ilgimi çekmeyen gruba yine tavsiye üzerine gideyim diyorum, yanlız solistin sesi Justin Timberlake kadar ince...Birkaç parçadan sonra pes ediyorum ve ana sahneye Vampire Weekend için yaklaşıyorum. Aslında onları geçen hafta Lowlands’de izledim; ama belki burada daha iyi bir performans sergilerler diye bakıyım deyip kendimi çimlerin üzerine atıyorum. Konser boyunca seyircilerle Fransızca konuşan solist geçen haftaya göre havasında, Paris havası yaramış sanırım!


Ve Oasis...

Vampire Weekend sona erince hızla sahne önüne doğru gidip yerimi kapayım diyorum. Nasıl olsa bir kez Oasis’i kaçırdım, bu sefer yakalamışken önlerden bir yerlerden izleyim bare. Kalabalık inanılmaz, 1 saat öncesinden binlerce kişi yerini almış 90’ların efsanevi grubunu bekliyor. O arada itiş kapış yaşanıyor, hatta ben bir Fransız çocukla tartışıyorum. Neyse yerimizi koruma çabası içindeyken Oasis’in saati gelip çatıyor..Heyecanla bekliyoruz. Saat 22:10. Sahneye biri çıkıyor ve Fransızca birşeyler diyor, herkes arasında konuşmaya başlıyor. Ardından ingilizce Noel ve Liam’ın sahne arkasında soyunma odasında büyük bir kavga ettiğini ve bu yüzden bu konser dahil olmak üzere tüm Avrupa turnesini iptal ettiğini söylüyor. Kulaklarıma inanmıyorum! 2. defa başıma böyle birşey geliyor.Onbinlerce kişi Oasis’in çıkmamasının şaşkınlığı içerisinde, yuhalamaya, bağırınmaya başlıyor. LED ekranlarda “Oasis gig is cancelled due to alternacation” yazıyor. Hala inanamıyorum. O arada sahne üzerinde insanlar koşuşturuyor, ben de dahil olmak üzere seyirciler belki son bir umutla Oasis sahneye çıkar sanıyor; ancak Oasis yerine farklı bir grup sahneye çıkıyor.


Bu da bana bir ders oluyor. Artık şanssızlık mı dersiniz ne dersiniz bilemem; ama Oasis’i dünya gözüyle görmek bana kısmet olmayacak sanırım. Sinirli bir şekilde festival alanından çıkarken yine backstage’den dolanıyorum, o arada Oasis’in bordo rengindeki otobüsünün hareket ettiğini görüyorum.. Ve içerdeler! Otobüsün camından onları görüyorum... Eş zamanlı olarak festivcal alanından ayrılıyoruz. Otele döndüğüm zaman internette Noel’in yaptığı official açıklamaları okuyorum. Noel bir gün daha Liam’a katlanamayacağını ve Oasis’ten ayrıldığını belirtiyor. Twitter’da ise festival’de çalan Amy Macdonald şunları yazmış: “Aman tanrım, Liam sahne arkasında Noel’in gitarını kırdı!”.


Kardeşlerin arasındaki anlaşmazlığın bu boyutlara varması beni çok üzdü; ama sanırım bu kadar yol kat ettikten sonra ikinci kez onları izleyememek en çok içime oturan şey oldu. Yine de olayların boyutları bu kadar ciddiyse sanırım kardeşlerin ayrılmaları herkes için en doğru karar gibi gözüküyor. Oasis’in kendi içindeki problemler hem organizatörleri zor durumda bıraktı, hem de seyircilere büyük bir hayalkırıklığı yaşattı.

Umarım bir dahaki sefere onları görebilirim, tabii o zaman hala Oasis olursa...


Friday, September 4, 2009

Lowlands


Harikalar diyarı Lowlands’e hoşgeldiniz! Yine büyüklü küçüklü sahneleri, renkli dekorasyonları ve farklı etkinlikleriyle birkez daha Biddinghuizen’da Lowlands festivalindeyim. Festivalin line-up’ında bu yaz İstanbul’da ağırladığımız The Prodigy, Kaiser Chiefs, Razorlight, Klaxons gibi isimler de var. Biz bu bilindik isimlere bakmak yerine yeni ve farklı isimlere göz atalım diyoruz ve yola koyuluyoruz.

LOWLANDS – DAY 1


Bu sene de tarihlerin denk gelmesiyle kendimi Lowlands’de buldum. İlk gün anlaşılmayacak bir hızla geçti. Havalimanından festival alanına arabayla gitmenin aslında bir intahar girişimi olduğunu ancak yolda anlayabildik.Küçücük hollanda’da yarım saatte gidilecek yolu 1,5 saatte gitmemizin ardından maalesef Lilly Allen’ı da kaçırdım. Aldığım duyumlara göre Lilly Allen çok iyiymiş ve “Womanizer” şarkısını full söyleyerek tüm izleyenleri çıldırtmış. Bunu duyunca “kahretsin ben de orda olmalıydım”! diye haykırdım.

Faith No More’u izlemek için yola koyulmuşken festival alanında geçen seneye göre bazı değişiklikler gözümüze çarptı. Daha fazla çadır vardı, aydınlatma çok daha iyiydi ve alanda sushi bile vardı!

Geçtiğimiz hafta İstanbul’da konser veren Faith No More’u izlemek için sahne önüne sıvıştık, meğer Hollandalılar Faith No More’u çok da sevmezmiş. Kırmızı takım elbiselerle sahneye çıkan topluluğun solisti bir ara dinleyicilerin yanına inip şaklabanlık yapmış olsa da yarım saat sonra oradan kaçıverdik. Daha ilk günden çöp festivale dönüşen Lowlands’de rotayı Kasabian’a çevirdik. “Girl Band” olarak nitelendirilen Kasabian’ı izleyen kızdan çok erkek vardı... Yol yorgunluğu olsa gerek, pilimin hızlı bitmesiyle geceyi Grizzly Bear ile kapatmaya karar verdim. India sahnesinde pek de kalabalık değildi, Grizzly Bear ise fazlasıyla slow tune’larıyla seyirciyi baymayı başardı, haliyle ben de hayalkırıklığına uğradım.

Gecenin sonunda Amsterdam’a dönebilmek için son treni yakalamak uğruna bavulumla speedy gonzalez havama bürünüyorum... Festival Amsterdam’a o kadar da yakın değilmiş!


DAY 2


2 saat kadar süren tramvay-tren-otobüs yolculuğundan sonra hızlı adımlarla India sahnesine Patrick Wolf’u izlemek için gidiyorum. Sadece son 2 parçasını yakalamama rağmen bu ilginç çocuğun enerjisi müthiş! Uzaylı kıyafeti ve saçlarıyla klavye başında “Like a Virgin”’i çalıp ordan “Magic Position”’a dönüp tüm seyircinin alkışını toplamayı başardı.

Bravo sahnesinde Moderat’a baktığımız zaman insanların bu ikili sayesinde kendilerinden geçtiğini fark ettik, biz de performansın hakkını verdik ve kafayı bulduk. Ardından en küçük sahnelerden biri olan Lima’da Balkan müzikleriyle film müziklerinde de yer alan topluluk Devotchaka’ya göz attık. Küçücük sahne’de grubu izlemek isteyenler dolup taşıyordu. 4 parça sonra biraz bayıp burdan X-ray’deki Lady Sovereign’e bakalım dedik. Bu arada DJ performansları çıkmadan önce Lowlands ekibinin seçtiği dj’ler çalıyor; ancak o kadar kötü çalıyolar ki etraf siren seslerinden geçilmiyor ve biz kaçışıyoruz. Hollandalıların kafaları da mütematiyen güzel olduğu için kimse ne yaptığını ne ettiğini bilmiyor zaten, herkes bizimle Hollandaca konuşuyor. Bu noktada Hollandaca bilmenin faydasını bol bol gördüm J

Lady Sovereign dans müzikten tekno’ya hızlı bir geçiş yapınca biz oradan toz oluyoruz. Aynı şekilde dj setinin başında ilk başlarda problem yaşayan Vitalic’de ağır bir set çalıyor. Biraz daha sakin müzikler dinlemeye karar verip Alpha sahnesindeki Kyteman’s Hip Hop Orkest’i izleyelim diyoruz. Bu kalabalık grupta yok yok! Rap’çisi, Hip hop’çusu derken aradan trompet sesleri çıkıveriyor...Tam Efes Pilsen One Love için uygun bir grup diyoruz! İstek üzerine Charlie sahnesindeki Jack Penate’e gidiyoruz. Çok uzun bir soundcheck seasından sonra grup sahneye teşrif ediyor ve Kasabian havası veriyor. Yine de parlamaları için zamanları olduğunu düşünüyorum. Son durak Basement Jaxx. Biz Grolsch sahnesine yol aldığımızda önümüzdeki sonsuz kuyruğu görüyoruz. İnsanlar çadırın dışına taşmış, Led ekranın önü dolu, gidecek bir yer yok, zar zor birşeyler duyup görebiliyoruz; ama Basement Jaxx insanları çoktan delirtmeyi başarmış!


DAY 3


Festivalin son günü. Aslında benim için en değerli gün olarak da değerlendirilebilinir çünkü çok görmek istediğim Little Boots, Arctic Monkeys, Florence and the Machine gibi isimler var.

İlk izlediğim isim Amerikalı topluluk Vampire Weekend. Açıkcası şarkıları biraz bayıyor;ancak yeni albümde yer alacak parçaları hiç de fena değil. Hemen ardından Alpha sahnesinde Snoop Dog yer alıyor...Kalabalık yine çadırın dışına taşmış, dağ olmuş vaziyette. “Yooo Snoooooopp Dog” diye çıkıyorlar sahneye. 2-3 bol küfürlü rap şarkısı dinleyip oradan uzaklaşıyorum. Festivalde Live XS’in yaptığı standda bazı gruplar Cd imzalıyor, yakıcı sıcağa rağmen ben de Florence’ın imzasını almak için kuyruğa giriyorum. Herkesin elinde su tabancası, şakalaşmalardan ben de nasibimi alıyorum. Florence Welsch dünya tatlısı bir kız, çok mütevazi. Cd’mi imzalattıktan sonra ofis arkadaşım Sarp’la keşfimiz olan Little Boots’u izlemek için India sahnesine yöneliyorum. Önceki şovlarında aslında senkronizasyon problemi yaşadıklarını gördüğümüz grup kendilerini geliştirmiş, kusursuzca dans etmemizi sağlıyor ve çadırı dolduruyor. Konserin bitmesiyle eş zamanlı olarak karşı çadırda The Whitest Boy Alive çalmaya başlıyor. Çadır tıklım tıkış, grup yeni albümündeki elektro ağırlıklı parçaları çalıyor ve hepimiz mest alıyoruz. Festivalin en çok merak ettiğim ismi olan Florence and The machine ise alana çok uzakta kaldığı için erkenden uzaklaşıyorum. Yer tutayım diye gittiğim Charlie sahnesi çoktan dolmaya başlamış bile...Sahne dikkat çekici, çiçekler, kuşlar, kısacası albümdeki aynı tema sahneye de yansıtılmış. Performans başladığında hepimiz büyüleniyoruz, Florence’ın sesi Feist kadar pürüssüz, sahne performansı da bir o kadar mükemmel. Rabbit Heart parçasını dinlerken adeta gözümden yaş geliyor. Florence and The machine ile hemen hemen aynı zamanda çalan Metric’i kaçırmama rağmen hiç üzülmedim.

Duygusallığı bir kenara bırakıp Bloc Party’e gidiyorum arkadaşlarımla. Grup pek de havasında değil gibi gözüküyor...Ardından festivalin en büyük isimlerinden biri olan Grace Jones’u izlemek için Grolsch sahnesine gidiyoruz. Kalabalık inanılmaz ve tahmin edebileceğiniz üzere etrafta pek çok gay çift var. Sahne’de perde var ve belli ki arka tarafta baya yoğun çalışmalar yapılıyor. Bekliyoruz, bekliyoruz, biraz daha bekliyoruz. Yuhalanmalar arasında Grace Jones 20 dakika (!) geç de olsa muhteşem bir açılış yapıyor. Kafasında ilginç bir şapka, mini bir şortla sahnenin üst kısmında bir yerde karşımıza çıkıyor o gür sesiyle. Parçalar arasında da hep kostüm değiştiriyor. Lazer şovlar arasında yaptığı olağanüstü şovla 64 yaşında olduğuna inanmak mümkün değil.

Gecenin sonuna geliyoruz... Şehire dönmek için geç kalmamam gerekiyor, Arctic Monkeys’i bu durumda feda etmek zorunda kalıyorum. Çöp yığınları arasında otobüs, tren, tramvay şeklinde Amsterdam’a geri dönüyorum. Festivalin tadı yine damağımızda kaldı.


Festival’den notlar:


- Her sene sold out olmayı başaran Lowlands bu sene de kriz’den sıyrılarak tüm biletleri satmış. Buna rağmen geçen sene festivalin etrafında yer bulunmaya otellerde hala yer vardı.

- Yiyecek-içecek fiyatları Türkiye’deki festivallerle hemen hemen aynı seviyede, hatta daha bile ucuzdu.

- Daha ilk günden alanda oluşan pislikten 3. günkü kokuyu ve çöplüğü siz hayal edin!

- 15 derecede ben donarken, şort-tshirt kombinasyonuyla etrafta gezinen Hollandalılara gıpta ettim.

- İlk defa bir Hollanda festivalinde yağmur yağmadığını gördüm. Küresel ısınmadan olsa gerek.

- La Roux’u festivalin ilk gününe, hem de gündüz 2.30 slot’una koyan organizatörleri kınadım!

- Geçen sene etkinlikler arasında bulunan tetris oyunu yine bu senenin gözde etkinliklerindendi.

- Her ne kadar kalbiniz kırık olursa olsun festivaller her zaman kafa dağıtmak için birebirdir. Tabii ki etrafta öpüşüp koklaşan çiftleri göz ardı etmeniz gerektiğini yine de unutmamak gerek!